İnsanların benimle
ilgili fark ettikleri ilk şey; saçlarım uzun, gerçekten çok uzun. Bu çok
anormal bir durum olmayabilirdi ama anormal çünkü ben bir erkeğim. Bu da
anormal bir durum olmayabilirdi ama yine anormal çünkü artık kimsenin nasıl göründüğünüzü
umursamadığı bir bölgede yaşamıyorum.
Şimdi son derecede
küçük bir yerde yaşıyoruz, annemler ve ben. Bir erkeğin kız gibi görünmesinin
normal olmadığı bir yerde. Saçlarım kendiliğinden uzamaya başladığında annem
hiçbir şey söylemedi. Hayatımın on beş yılını onun oğlu değil de kızı gibi yaşamışım
sanki. Ama babam fark etti. Giydiğim renkli elbiseleri de örnek vererek bu
halimle korkunç göründüğümü söyledi. Bana saçlarımı tekrar eski haline
döndürmemi söyledi, sonra da unuttu. Ta ki birkaç hafta sonra kafasını
patates-cipsli-ton-balığından kaldırıp bana bakana kadar. “Sana saçını eski
haline getirmeni söylemedim mi?” dedi ve çatalı ağzına sokup patates cipslerini
ağzına indirdi. Sonrasında saçımı tekrar unuttu. Bu sırada annem orada öylece oturmuş
çatalıyla tabağındaki havuçları itekliyor, bizi umursamıyor, duymuyor,
görmüyordu ve bu beni çok sinirlendirdi. Annemin artık ailenin bir parçası
olmamasına çok öfkelendim ve ayağa kalkıp, “Yemeğinle oynamayı bırak!” diye
bağırmak istedim ama ben çocuktum, o anne. Yapmadım.
Babam bana Karadeniz
bölgesinde bir yere taşınacağımızı söylediğinde ilk düşüncem şu oldu: Demek
artık hayatımız böyle olacak: Karadeniz. Ve şimdiye dek görmediğimiz şeyleri
hayal ettim. Eski, kırsal hayatı, sonsuz yeşili bölen toprak yolları, Canik
dağlarını sarmalayan yoğun bulutları, ahşap çıtalarla kaplanmış kaldırımları,
geniş kenarlı şapkalar takıp solmuş tulumlar giyen çocukları. Evet, taşlanmış
kot pantolonlarını, müzik ve kitaplardan haberi olmayan, gelenekleri ucuzluk içinde
yaşayan, saçları çalı gibi, ünlü müzik gruplarını yakından görme fırsatı
tanımamış çocukları düşündüm. Aslında ilk aklıma gelen bu değildi. Aklım en
çok, galata kulesinin altında az kalsın dudağından öpeceğim sarışın, güzel
kızdaydı. Ama benim için artık tüm bunlar değişmişti, hem de daha buraya
taşınmadan önce. Hem artık sarışın kız beni tanımazdı zaten, bu uzun saçlarımla
tanımazdı.
Biz buraya
taşınmadan önce annemin bana söylediği şuydu: “Karadeniz’in yumuşak düzlükleri
de vardır ve sonsuza dek baksan da bitmek bilmeyen masmavi gökyüzünden ve
kahverengi tepelerden başka hiçbir şey göremezsin.” Babam en çok kış aylarında
gökyüzünü saran sis perdesinden bıktığını ve artık bir değişiklik yapma
zamanının geldiğini söylemişti. Ama onlar söylemese de ben gerçekte neden
taşındığımızı biliyordum: Unutmak için. Belki burada her şeye baştan
başlayabileceğimizi, sıkıntıların o düzlüklerde ya da dik yamaçlarda
kaybolacağını, uçsuz bucaksız arazilerde yok olacağını düşünmüşlerdi. Bu;
milyonlarca kişinin bulunduğu bir yerde pek mümkün değildi.
Ama berrak mavi
gökyüzünün pek yardımı olmadı. Ne yaparsanız yapın, nereye giderseniz gidin,
anılar hep orada, en beklenmedik zamanlarda kendilerini gösterirler.
Şehirlerdeki arabalar gibidirler. Burada insanlar arabalarla tam olarak ne
yapacaklarını bilmezler. Köy yollarında araba kullanabilirsiniz-yani hemen her
yerde- ve etrafta belki otlayan bir iki inek dışında hiçbir şey göremezsiniz,
yalnızca uçsuz bucaksız araziler. Sonra birden karşınıza bir kapısı kayıp paslı
ve terk edilmiş bir kamyonet çıkıverir ve genelde yolun kenarında, bir çukurda
ters dururlar. Ne zaman o arabalardan birinin yanından geçsek, annemler önde,
ben arka koltukta sessizce bakarken soyu tükenmiş ve tükenme tehlikesi olan
türleri düşünür, sonraki birkaç kilometre boyunca merak ederim. Bunun bir
anlamı olmalı ama ben ne olduğunu bilmiyorum. Böyle zamanlar da Zehra’nın,
ablamın yanımda olmasını dilerim. O bana arabaların bu halini açıklayabilirdi
ama yanımda olmadığından bunu kendim çözmeliyim. Şehirlerde insanlar
arabalarını ters çevirip yürüyüp gitmezler.
Buraya taşındıktan
hemen sonra, yaklaşık bir yıl önce, annemle babamın hayatını kolaylaştırmak
için okulda notlarımı düzeltmeye karar verdim. Daha çok çalışıyorum ve saçlarım
uzadıkça notlarım yükseliyor. Şimdi karnem baştan aşağı 100 ve anneme karnemi
gösterdiğimde hafifçe gülümsüyor,” Aferin benim oğluma.” diyor; ardından
gözlerini kaçırıyor. O anda karnemi, beni çoktan unuttuğunu biliyorum.
Unutmadığı tek şey şu: Tuğçe, kardeşim, öldü.
Haftada bir veya iki kere okuldan sonra lise
binasına gider ve orada futbol oynayan çocukları seyrederim. Beni oyuna
almayacaklar bilirim. Çünkü saçlarım uzun ve kız gibi giyiniyorum. Hafifçe
gülümserler, sonra oyunlarına dönerler. Ama bunu severim. Onlara oynamak
istiyormuş gibi bakmayı, benimle arkadaş olmalarını istiyormuşum gibi durmayı,
bunun içinde acıklı bir ifadeyle suspus oturmayı severim. Ama üzülmezler. Saha
kenarına giderim ve o iri çocuklara sürtünür, omuz atarım. Onlar, “Önüne
baksana” derler, bazen de karşı takımdaymışım gibi itip kakarlar. Bir düşman
gibi. Bunu neredeyse yedi aydır yapıyorum. Saldırılarımı hakem yokken, arkası
dönükken, diğerlerinin dikkati başka yerdeyken yaparım. Beni daha hiç görmedi.
Mesela geçen hafta. Ya da ondan önceki hafta. Hep aynı. Tüm oyuncuların sahaya
girmesini, oyunun başlamasını, birinin oyun dışı bırakılmasını beklerim.
Hakemin düdüğü ağzında, faul yaptıkları anda çalmaya hazırdır. Sonra onu
görürüm, bu kez bir savunma oyuncusu. Dev gibi vücuduyla sahada ilerler, her
adımıyla yeri sarsar; bu gerçek, yemin ederim. 72 numara. Ona daha önce
sataştım. İskandinav bir kafası var, boynu yoktur. Göbeği dışarı çıkıktır,
yeşil formasından eskimiş püsküller görünür. Kuş tüyü bir yastık gibi. Saha
kenarında yürür, dizlerinin arkasındaki kasları esnetmek için durur, sonra
ayakkabısını bağlamak için diz çöker. Bir saldırının geldiğinden habersizdir.
Ben küçük tribünün arkasından fırlarım. Sonra bum. “Siktir git oğlum!” der 72
numara. Ben onun püsküllerine sürtünürken o kollarını havaya kaldırır. Kolunun
alt kısmı öyle krem beyazıdır ki tehlikeli görünmez bile ve ben bu sefer
kaçışın kolay olacağını düşünürüm ama sonra o beni yakalar ve ben çimlere,
toprağın üzerine düşüp dudağımı bir taşa çarparım. Hemen yerimden kalkar ve tribünün
arkasına saklanırım. O arada insanlar 72 numarayı kendi kendine tepinirken
yakalar. Herkes, “Oyun oynamayı bırak” diye bağırır 72’ye. Bu da 72’yi daha çok
sinirlendirir çünkü benim oradan, tribünlerin hemen arkasından izlediğimi
bilir. Kanı dudağımda hissederim ama sorun olmaz çünkü her seferinde düşmana
dokunur, daha çok güçlenir, cesur olurum. Yaralarımı şikayet etmeden
kabullenmeyi, onlara kucak açmayı öğrendim. Morluklarım nişanımdır; kanım,
rozetim. Pantolonumdaki tozu temizler, dudağımdaki kanı temizler ve bir gol
daha atarım.
Annem ve babam açık
havada zaman geçirmeyi severler ve tatillerde hep ulusal parklarda kampa
gideriz. İki haftalık çadır tatili yaparak ülkenin dört bir tarafını gezdik. Ve
yalnızca dördümüz gittik; annem, babam, ben ve Tuğçe çünkü ablam artık
büyümüştü. İşe girmişti ve artık bizimle hiçbir yere gelmiyordu. Son gezimizde,
yaklaşık bir yıl önce yine dağlık bir bölgeye gittik. “Burayı çok seveceksiniz
kuzucuklarım” demişti annem oraya giderken. “Manzara süper. Gün doğumunda mor
dağlar, şeker renkli dağlar, nefesinizi kesecek dağlar.”
Oraya vardığımızda
ilk gün sabah erken kalktık. Hava öyle soğuktu ki konuştukça havayı
görebiliyorduk. Hepimiz o meşhur dağları görebilmek için kalın kazaklar ve uzun
pantolonlar giyinmiştik. Annem beni yakaladı ve ısınmak için zıplamaya
başladık. İkimizde yeni eşofmanlarımızla son derece komik görünüyorduk. Bu ben
kız gibi giyinmeye başlamadan önceydi. Babam Tuğçe’ye baktı, her ikisi de kot
pantolon giymişti. Babam gülümsedi, kaşlarıyla annemle beni işaret etti. Sonra
elini Tuğçe’nin omzuna koydu ve sanki soğuk hava onları bir nebze rahatsız
etmiyormuş gibi dağlara baktılar.
Annem haklıydı;
önümüzde pembenin, morun ve turuncunun tonları uzanıyordu. Onlar, benim tepelerine
çıkmak zorunda olduğumu hissettiğim şerbet rengi dağlardı. Bunun üzerine ben
önde, elimdeki bir çubukla otları sağa sola devirerek yola koyuldum. Ne zaman
otlara vursam havaya yayılan çiçek kokusunu içime çekerdim. Arkamda Tuğçe’nin
oflayıp pufladığını duydum ve arkamı dönüp ona baktığımda ağzından kesik, buz
gibi hava bulutları çıkararak tepeyi tırmanmaya çalıştığını gördüm. Bana
yetişmek için acele ediyor, ısınmak için ellerini ovuşturuyordu. Sabah
soğuğundan yanakları benek benek olmuştu. Kısa boylu ve çelimsiz, benden tam
bir kafa kısaydı. Yüzü çilliydi ve koyu renk saçları sürekli alnına düştüğünden
gözlerini asla göremezdiniz. “Nereye bastığınıza dikkat edin” diye bağırdı
babam arkamızdan. Ben hızla koşup gözden kaybolmaya çalıştım. O benden bir yaş
küçüktü ve ben ne zaman yalnız kalmak istesem o peşime takılırdı. Bir yıl önce
hastalanmıştı ve şimdi hızlı koşamıyordu. Kendi yaşıtlarındaki diğer kız
çocuklarından daha küçüktü, çok küçük ve ben annemle babamın beni umursayıp her
zaman onun için endişelenmelerinden sıkılmıştım. “Bekle abi” diye seslendi
arkamdan. Ama ben sopamı havaya fırlattım ve daha hızlı koştum.
Bazen yazı ve bir
daha kamp yapmaya gidip gidemeyeceğimizi düşünürüm. Umarım gideriz ama gitmesek
de sorun değil. Her ne kadar Tuğçe tam bir karın ağrısı olsa da ben o gezileri
hep çok sevdim. Ben koşardım o da peşimden koşardı. Ağaçların arasından bana
yavaşlamamı söyleyen cılız sesini duyardım. “Abi bekle n’olur.” Patika, tepeler
yükseldikçe daralırdı. Ağaçlar azalır ve hava kuru yaprak kokardı. Bir uçurumun
kenarına geldiğimde gevşek taşlar ayaklarımın altından kayardı ve yere
düşerkenki seslerini duyardım. O gün patikayı izleyerek koşmaya devam ettim ve
havanın ne zaman ısındığını merak ederek hırkamı belime bağladım. Bu bana çok yakışmıştı.
Sonra Tuğçe’nin çığlığını, şaşkın haykırışını ve düşen taşların boğuk seslerini
duydum. Bir taşa takılıp yere düşü, diye düşündüm. Onu pantolonunun dizinde
yırtıklar, limon sarısı kazağının üstündeki tozlarla patikanın ortasında oturup
ağladığını hayal edebiliyordum. Bekli de
korkmuştu çünkü yalnızdı ve kurtların ona yaklaştıklarını hayal etmişti. Dağın
tepesine varmak istiyordum ama geri dönmediğim takdirde annemle babamdan azar
işitecektim. “Neden kardeşine sahip çıkmıyorsun?” Hep böyle oluyordu çünkü.
Her zaman eğlencemi
bozduğu için sinirli bir şekilde yavaş yavaş Tuğçe’yi bulmaya gittim. Madem
bana yetişemiyordu o zaman annem ve babamın yanında kalması gerekirdi. Onun
ağladığını ve bir şeyler söylediğini duydum. Tepeyi döndüğüm anda, uçurumun
hemen kenarında, patikanın bittiği yerden aşağı doğru kaydığını gördüm. Ve ilk
düşündüğüm şey şuydu: O tarafa gitmek yerine konfeti rengindeki dağları takip
etmeliydi. Ona bağırmaya, bundan sonra nereye gittiğine dikkat etmesini
haykırmaya başladım ki o anda anladım. Uçurumun kenarında, aşağı düşmek
üzereydi. Kazağı büyük denecek bir taşa takılmıştı ve boynuna kadar
sıyrılmıştı. Elleriyle otlara tutunmaya çalışıyor, kendini sağlama almak için
uğraşıyordu. Ama aynı anda ağlıyor ve kaymaya devam ediyordu. Çığlık atarak
babama seslendiğimi –anne ve babaların hangi çığlıkları görmezden gelip
hangilerini ciddiye almaları gerektiğini biliyor olmaları çok tuhaf değil mi-
ve annemle babamın çığlıklar atarak patikaya koştuklarını hatırlıyorum. Annem
sürekli isimlerimizi haykırıyordu. Ama onlar yanımıza geldiklerinde Tuğçe
çoktan uçurumdan aşağı düşmüştü.
“Onun düştüğünü
duyduğumda” dedim annemle babama, “yolun yukarısındaydım.” Onlara söylemediğim
bir şey vardı: Tuğçe’yi bırakmıştım. Onun kaydığını gördüğümde babama
seslendim, sonra yere yüzüstü yattım ve emekleyerek Tuğçe’ye yaklaşıp ellerini
yakaladım. Her zaman sol bileğine taktığı gümüş hastalık bilekliği güneşte
parladı. “İyice tutun” dedim, “babam hemen gelir.” Ve bir an için her şey
sessizleşti. Tuğçe’nin iyi olacağına emindim ve o anda, bir daha yürüyüşe
çıktığımızda yavaş gitmem gerektiğini kendime söyledim. Güneş, dağların
üzerinden doğuyordu, hava ısınmıştı ve yapmam gereken tek şey babam gelene
kadar onu sıkıca tutmaktı. Annem ve babamın patikada seslerini duydum. Öyle çok
bağırıyorlardı ki yanlarında bir ordu getiriyorlar sanırdınız. Başımın
üzerinden taşlar yuvarlandı; yer sallanıyor, diye düşündüm ve aniden yerin
sallanmadığını fark ettim, o bendim. Tuğçe tekrar ağlamaya başlamıştı ve ben
bir yere tutunmak için bileklerinden birini bırakmam gerektiğini biliyordum. Ve
bırakır bırakmaz, serbest kolunu yumuşak zemine doğru salladı; parmaklarını
toprağa geçirdi ve avucundaki toprak, kütleler halinde kopmaya başladı. “Abi
beni bırakma” diye haykırdı, koyu renk saçları yüzüne dökülmüştü. Ben de onu
sakinleştirmek istedim. “Merak etme bırakmayacağım” dedim ve soğukkanlı
davranmaya çalıştım ama hayatımda hiç bu kadar korkmamıştım. Tuğçe’yi tutan
kolum acımaya başlamıştı. Her an omzumdan kopacak gibiydi. Serbest kalan elimle
arkamda tutunacak bir ağaç, , bir dal, bir kaya, herhangi bir şey arıyordum.
Tuğçe çok ağırdı ve ben onu yukarı çekemiyordum. Tek yapabildiğim onunla
birlikte kaymaktı ve o anda birlikte uçurumdan yuvarlanacağımızı ve ikimizin de
öleceğini anlamıştım. Bunun üzerine Tuğçe, yanakları ağlamaktan ıslanmış,
kirlenmiş bir şekilde panik dolu gözleriyle bana baktığında elimi açtım ve onu
bıraktım.
İleriyi görmek
kolay değil. Oturup, “Tamam, Tanrım, haydi gönder. Ben hazırım diyemiyorsunuz.”
Siz sadece izleyicisiniz. İsteseniz de, istemeseniz de.
Dün yakalandım.
Bugün, kel, tombul yanaklı, yüzü armut şeklindeki müdür, 72 numarayı haklı
bulduğunu belli eder gibi bana bakıyor. Ama derslerim çok iyi ve bunun için
temkinli davranıyor. Ancak ne yapması gerektiği konusunda en ufak bir fikri
yok. Sonra okulun kurallarını sayarak artık saçlarımı kestirmem gerektiğini,
babamın mevkiine güvenmememi, buranın bir okul olduğunu söylüyor klasik
cümlelerle. Bir plan yapma fırsatı kalmadan babam içeri giriyor ve o anda bir
anlığına durup bana bakıyor. Yüzünde bozguna uğramış, şaşkın ve aynı zamanda
incinmiş bir ifade var ve bu ifade karşısında oyundan aldığım zevki unutup
ağlamak istiyorum. Sanki dünyası binlerce parçaya bölünmüş gibi böyle kırılgan
durduğunu görmek beni çok üzüyor ve ben, “Belki gerçekleri itiraf etmenin vakti
gelmiştir, Tuğçe’yi nasıl bıraktığımı anlatmalıyım” diye düşünüyorum. Ama tam o
sırada başını iki yana sallıyor, omuzlarını dikleştiriyor. Bana neden böyle
şeyler yaptığımı sormuyor. Ve müdürle konuşmaya başladıkları andan itibaren
bir daha yüzüme bile bakmıyor, ardından konu derinleşmeye başladığında müdür
gözleriyle beni süzerek babamı dışarı davet ediyor.
Bunun üzerine cebime uzanıyorum ve Tuğçe’nin hastalıklı
bilekliğiyle oynuyor, avucumda evirip çeviriyor ve ben onu bırakmadan önce
bileğinden nasıl fırladığını düşünüyorum.
Sonra neden bilmiyorum, içimden gülmek geliyor. 72 numara.